Pazartesi, Eylül 07, 2009

HEP BİRŞEYLER EKSİK...



Dünyada her canlı ona verilen nimetlerle gayet mutlu-memnun yaşıyor. Bir serçe yuvasını neşe içinde yapıyor, her sabah neşe içinde cıvıldayarak güne başlıyor. Bir arı ömrünün tamamında çiçekten çiçeğe kilometrelerce uçuyor ve hiç halinden şikayetçi değil. Sadece bu dünya için yaratıldıklarından bu dünya onlara tam saadet için yetiyor. Ama insan ihtiyacı olan herşeye sahip olsada tam mutluluğu yakalayamıyor, içinde bir yerlerde hep birşeyler eksik. Ebediyet için yaratılmış olan ademoğluna dünyanın fani metaı yetmiyor, yetmez. Ve yüzünü ebediyete ve ebedi olana (ahirete) dönmeyen insan fani dünyada kendini ebedi zannetmeye başlıyor ve işte o zaman hırsının önüne geçilmiyor. Herşeye sahip olmak hırsı bu dünyada sonsuza kadar kalacağını zan! etmenin bir tezahürü. Ve buradan gitme vakti gelince insanın bakiyesi; israf edilmiş bir ömür, pişmanlık ve hüzün...

Çarşamba, Temmuz 22, 2009

TESADÜFEN!

Çocuk:
-Anne, eline sağlık, keki çok güzel yapmışsın.

Anne:
-Afiyet olsun. Ama ben yapmadım ki. Yumurtayla şeker tesadüfen karışmışlar, sonra onlara bir şekilde un eklenmiş, işe bak kabartma tozu da oralardan tesadüfen geçiyormuş, atlayıvermiş. Bu karışım tesadüfen fırının içine düşmüş, kek olmuş.

Basit bir kekin böyle tesadüfen! olduğuna küçük bir çocuğu bile ikna edemezsiniz.

Ama koca koca adamlar -ki bazıları kendilerine bilim adamı diyorlar- bu muazzam kainatın tesadüfen olduğunu söylüyorlar. Gaz ve toz bulutları varmış, tesadüfen patlamış, sonra yerkabuğu soğumuş, tesadüfen tek hücreli bir yaşam biçimi oluşmuş, sonra tesadüf bu ya evrile çevrile biz olmuşuz vs...vs...

MÜKEMMEL ELBİSELER



Öyle bir elbise düşünün ki kışın soğuktan, kardan yağmurdan koruduğu gibi, yazında güneşten, sıcaktan koruyor. Üstelik bu elbiseyi doğarken bir kez giyiyorsunuz bir daha hiç çıkarmıyorsunuz, sizinle birlikte büyüyor, hiç eskimiyor, kirlenmiyor.

Evet böyle elbiseler var! Hem de sürekli gözümüzün önünde, elimizin altında. Ve biz onların hergün kimbilir kaç tanesini sanki değersiz bir şeymiş gibi bakmadan, ne olduğunu, nasıl olduğunu bile düşünmeden çöpe atıyoruz.

Yediğimiz meyve ve sebzelerin kabukları, yani elbiseleri.

Bir şeftali, karpuz, elma, portakal dışında kabuğu olduğu sürece hem dalında hem dolabımızda günlerce bazen haftalarca bozulmadan dayanır, ne dolabın soğuğu ne de güneşin sıcağı etkileyemez onları. Ama kabuğunu soyduğumuzda birkaç saat sonra eski halinden eser kalmaz, rengi bozulur, tadı değişir.

Öyle güzel sarıp sarmalar ki kabuklar meyveyi, daha çiçekten meyveye dönerken giydirilmesine rağmen onunla birlikte büyür genişler, dar gelmez, bol gelmez, sarkmaz, uzamaz. Her zaman tam üzerine göre, mükemmeldir. Ayrıca rengi, dokusu, kalınlığı tamda içindekine yakışacak şekilde tasarlanmıştır. Ağaçta yetişen elmanın, şeftalinin, armutun incecik yumuşak kabuğuna karşın, toprakta yetişen kavun karpuzun kabuğu içindeki şerbeti akıtmayacak kadar kalındır. Cevizin, fındığın, içindeki cevheri saklıyan sert kabukları, portakalın, limonun mis kokulu kabukları, muzun kalın mantosu, şeftalinin, kayısının tüylü elbiseleri hepsi ayrı ayrı birer sanat eseri dokumalar değil midir? Ve bu harika dokumalar, onları dokuyan San'atkarı düşündür müyormu?